8 Ağustos 2012 Çarşamba

SA27/SD7: Gri İstanbul Gölgeleri / Medeniyet Çıkmazı Câri İstanbul 5



Bir Haftalık (6-12 Temmuz 2012) Gezi Notları 5

E - Pazar - Üçüncü Gün:

EA - Kahvaltı, Rüştü, Marmara Forum/ Yaya Geçidi:

2. Remzi, İbrahim ve  Tuncay... üç kardeşle sabah namazına dek - az kestirdik tabi- sohbet etmiştik. İnce ruhlu üç kardeşin İstanbul hikayeleri, bir bütün 1453 başlangıçlı İstanbul'a göç hikayelerine benzerdi aslında... Fedâkarlık, ülkenin geleceğine dair canlı düşünceleri ve doğrudan hayatın her açısından bakıp görmeye çalışan bakışlar ve İstanbul'da en eksik olan şeyden, samimiyetten bolca serilmiş bir hayat...

Anadolu, her seferinde İstanbul'a samimiyet sübvansiyonu yapmıştı yüzlerce yıl...İstanbul da, gelenin elinden istemeyerek de olsa tutmuş ve hayatla bağlarını güçlendirmişti... Evet eritmişti Anadolu'yu aşufte bağrında, ama karnını da doyurmuş, Türkçesi'ni güzelleştirmişti... İstanbul'dan dönen adamların inceleşen 'k'ları, yuvarlanan ve yutulan 'r'leri özenti kalıbına eleştiri diye dökülmüşse de gerçek buydu... Tenleri beyazlaşan esmer adamların dilleri de beyazlaşıyordu, ruhlarındaki kirlenmeye inat.

Anadolu'nun memleketinde tutunamayan her yaştan delikanlıları kirlenmeye karşı duruşlarını da Tayyip Bey'i seçerek, sonra Başbakan yaparak göstermişlerdi. Anadolu'nun çocukları, 'Tayyib'i bu yüzden seviyor ve kendilerinden biri olarak telakki ediyorlardı. CHP bunu hiçbir zaman anlamamıştı. Dedelerini katlettiği Tuncelili birini genel başkan yaparken de anlamış değildi...


İbrahim'in alıp geldiği poğaçalarla yaptığımız kahvaltıdan sonra, Rüştü'yü aradım. "Geldiğinde seni muhakkak misafir etmek isterim!" demişti Rüştü.  Cemaat.com'un en cevval seslerinden biriydi. Öğleden sonra 2 gibi Sahaf Kebikeç'te olacağını söyleyen Ömer Lekesiz'in çayını içmeye gidecektim. Telefonda kısa bir planlama yaptık. Zeytinburnu'ndaki Marmara Forum'da buluşacak ve çay içecektik.


Marmara Forum, ben görmemişken yapılmıştı. Remzilerin evlerine yakındı. Çıktık, yaya olarak Marmara Forum'a yollandık. TEM'i geçerken dikkat ettim. Yaya üstgeçidi yoktu, ama onun yerine  yayaya küçük bir fırsat sunulmuştu. Yaya, direkteki düğmeye basıyor ve ona yeşil ışık yanana kadar bekliyordu. Düğmelerin fotoğrafını çektim. Belediye, ritmik olarak yanan ışıklarla araçlara zaman kaybettirmek istemiyordu; ancak yürüyen merdivenli yaya geçidi yapmaktan âcizdi. Dedim ya; Kadir Bey, artık İstanbul'a bakacak güçte değil.. Haksız mıyım bilmem; ona İstanbullular karar verecek. Benim gördüğüm İstanbul, daha ince ve seri düşünecek bir belediye başkanı istiyor.


Marmara Forum'un üst katındaki kafeye çıktığımızda aşağıdaki sıcağa inat, esen rüzgarlar karşıladı bizi... Bir masaya oturduk. Az sonra Rüştü çıkageldi... Resimlerinden tanıyordum onu ve o da beni hiç görmemişti. Sonsuz Ark dostları diyordum ben masadaki dört kişiye. Farklı düşünceler taşıyan, farklı hayat akustiğine alışkın dört kişi, aynı masada heyecanla olgulara ve olaylara dair cümlelerini samimiyetle serdediyorlardı... Türkiye, buna muhtaçtı, çıkarsız düşüncelere ve endişesiz ifadelere.. Sonsuz Ark bunu başaracak mıydı, bilmiyorum; ama zihni dur durak bilmeyen Rüştü, işini gücünü bırakıp gelmişti ve geçmişte çok sert sözlerle yorduğu bir zihne çay ikram etmişti...

Çok kalamadık, programımız dolayısıyla... Rüştü'den ayrıldıktan sonra Remzi ve İbrahim metrobüse kadar uğurladılar beni.. Metrobüs durağına giderken, tel örgüleri olan bir işyerinin bahçesine çekilmiş bir tablada erikler gördüm... canım erik çekti. Erikçi ortada yok... Seslendim: "Erikçiiii!" Remzi ve İbrahim şaşkın şaşkın bana baktılar... Telaşlı bir ses geldi , binadan: "Geldiiim!" Dört küçük kese kağıdında erikler aldık... Yürürken yedik.  Fazlasını da İbrahim'in eline tutuşturdum: "Hamallığını sen yap!" dedim, güldü...

Durak'ta iki kardeşle vedalaştık ve ayrıldık, güzel anlardı... Allah, her üç kardeşin dualarına rahmetiyle karşılık verir diye dua ettim.

EB - Metobüs'le Zincirli Kuyu, Söğütlü Çeşme Aktarımı, Yürüyüş, Moda Boğası/ Körlerin Yeri:

Metrobüsle Kadıköy/Moda'ya nasıl gidecektim. Güzelce tarif ettiler Remzi ve İbrahim... Metrobüs'ün arızaları meşhurdu,  Anadolu bile duymuştu ve ben geldiğimden beri iki kez metrobüs arızasına şahit olmuştum. Metrobüs yerine aynı hatta tramvaylar konabilirdi ve köprü geçişlerinde bu türden araçlar kullanılarak Anadolu'ya geçiş sağlanabilirdi. Zaten aktarma yapılıyordu... Tramvaydan metrobüse aktarılırdı  ve bu kadar sık arıza ile bezdirilmezlerdi insanlar... Bazen akıl zor yürüyordu işte...

Metrobüsteki herkes hem akraba gibiydi hem de her biri ayrı bir gezegenden gelmişçesine bir diğerine yabancıydı... Önümde üç tane turist erkek vardı, 50'li yaşlarda... Ten renkleri mat, sarı/beyaz adamlar... Bizim beyazlar da onlara benziyorlardı; sığınmacı olarak gelmişler, ev sahibi olmuşlar, hatta ev sahiplerinin devletlerini başlarına yıkmışlar ve ev sahiplerinin kanlarıyla kurdukları cumhuriyeti 80 sene yönetmişlerdi...

Kan hiç eksilmemişti bu yönetimden... Türkü, Kürdü, Zazası, Lazı, Çerkezi, Arabı birbirine yan bakar hâle getirmişler her bir ırkın eline silah vermişler ve onları birbirine kırdırmışlardı... Gri İstanbul Gölgeleri'nin mimarları onlardı. Planları yapıyorlar, gazetelerinde, televizyonlarında, kitaplarında, dergilerinde oyunlarını oynuyorlar ve İstanbul'dan edindikleri uşaklarla bütün ışık kaynaklarını köreltiyorlardı... İstanbul'u Medeniyet Çıkmazı'na sürükleyen onlardı... tekkeler, dergâhlar, yayınevleri, cemaatler ve cemiyetler pek de asûde idi onların ellerinde... Onlar onaylamadan hiçbir ses çıkamıyordu beyaz, gri ya da kırmızı perdelere... Ve İstanbul'un aydınları(!) bütün bunları bildikleri halde birbirlerinin gözünün içine bakarak Hür Fikir'den bahsetmekten utanmıyorlardı... Sessiz ve yüzsüz  ya da bin bir yüzlü ihanetti bu... Bu ihanetten yeni medeniyet tasavvuru çıkmazdı, çıkamazdı, davul çalıp oynamaktan başka...  İstanbul'un temiz çocuklarına bakıyordum ısrarla... Sonsuz Ark'ı en çok ziyaret edenler yine  İstanbullulardı... Onlardı kiri en çabuk temizleyecek olanlar... Sadece güvenleri eksikti, ayakta durduklarında kendilerine güç verecek bir güven arıyorlardı... Tayyip Bey'in ihmal etmemesi gereken buydu... "Bizde sanatçı yok, maalesef!" diyerek şikayetlenmesi, eseflenmesi gerekmiyordu, kurtlar sofrasına yiğitler salacaktı, sırtlarını pek tutacaktı devletin şefkat eliyle... Onları beyazlara kurban vermeyecekti...

 Unutmadan söylemem gerek: Türkiye'deki bütün parti yöneticilerini denetleyecek bir kurul oluşturmalıydı Tayyip Bey; değişecek/değiştirilecek çok adam var saltanat kayığına bindiğini sanan... geleceğin altını oyuyorlar... Gençler; onları unutma Tayyip Bey!

Zeytinburnu'nda bindiğim metrobüs Zincirlikuyu'da bizi diğer metrobüse aktardı... bir tuhaf kovulma hissi var bu aktarmada... "Hadi işim bitti senle, sen git!" der gibi...Öteki metrobüs bizi  aldı Söğütlüçeşme'ye taşıdı... Boğaz'dan geçerken fotoğraflar çektim yine... Yine gri görünüyordu İstanbul... kabahat benim değil...gölgeleri de griydi işte...


Kadıköy, adı Fenerbahçe ile anılan ilçe, Körlerin Yeri ... oraya gelmişim. Körlerin Yeri'nin hikayesini öğrenmek ister misiniz?

- MÖ 658 yıllarında Yunanistan'ın Korent kanalı dolaylarından kurtulmak, daha verimli topraklarda yaşamak için kendilerine yeni bir yurt aramışlar. Delf Tapınağı'nın kâhini, Megara Kralı Vizas'a "Körler ülkesinin karşısındaki yerler size yurt olacak" demiş. Kral Vizas halkıyla birlikte yurt aramaya çıkmış. MÖ 650 yılında Sarayburnu'na gelmiş. Sarayburnu'ndan etrafına bakınca buranın güzelliğine şaşırmış. Kalkedonyalıların bu kadar güzel, bu kadar yaşamaya elverişli yeri göremeyip boş bıraktıklarına göre kör olması gerektiğini düşünmüş ve kâhinin dediği, körler ülkesinin karşısındaki yer burasıdır diyerek Sarayburnu'nda konaklamış. MÖ 608'le 600 yılları arasında Sarayburnu'nda kendi adını verdiği "Bizans" şehrini kurmuş. Böylece bugünkü Kadıköy yöresindeki yerleşim 'Körlerin Yeri' anlamındaki Kalkedon adını almış. (13)

İlyada ve Odyssesia yine karşıma çıkmıştı... Homeros'un Akhaları, Fenikelilere düşmanlar zaten... Körler Ülkesi'ni boş bırakırlar mı?

-İyonya'dan (Anadolu'nun Ege Denizi kıyılarından) gelen ve Yunanistan'a inen Akhaların bir kolu MÖ 675 yıllarında Fikirtepe ve Moda'daki iki Fenike kentini almışlar. Bugün Bahariye, Mühürdar, Moda semtlerinin bulunduğu yerlere yerleşmişler. Kalkedon şehrini genişleterek kısa süre içinde İzmit'e kadar olan bölgeyi el geçirmişler. Buralarda Kalkedon Devleti'ni kurmuşlar. Anadolu'nun içlerinden gelenleri bu topraklara yerleştirmişler. Başkent Kalkedon (Kadıköy) olmuş.- (13)

-Kadıköy 1353 yılında Orhan Bey zamanında Osmanlı İmparatorluğu topraklarına katılmış. Fatih Sultan Mehmet 29 Mayıs 1453'te İstanbul'u aldığı sırada Kadıköy'ün yönetimini İstanbul Kadısı Hızır Bey Çelebi'ye vermiş. Kadı Hızır Bey zamanında ilçede sekiz yüz ev varmış. Evliya Çelebi Seyahatname'sinde, onun yaşamış olduğu on yedinci yüzyılda Kadıköy'ün bir Müslüman mahallesi, yedi Rum mahallesi, altı yüz bağı bulunduğu, yeldeğirmenlerinin işlemekte olduğunu yazmış. Merdiven Köyünde Şahkulu ve Göztepe'de Gözcübaba isimli Bektaşi Tekkeleri bulunmaktaymış.

I. Dünya Savaşı sonrası 30 Ekim 1918 Mondros Ateşkes Antlaşması uyarınca 13 Kasım 1918'de İstanbul ve Kadıköy'e İngiliz, Fransız, İtalyan ve Amerikan askerleri girmiş. İlçenin çeşitli yerlerine kendi askeri karakollarını kurmuşlar. Kurtuluş Savaşı'nın zaferle sonuçlanması ve Lozan Barış Antlaşması'nın imzalanması üzerine beş yıl kadar süren işgal günleri sona ermiş. İstanbul'la birlikte Kadıköy de 6 Ekim 1923'te Kurtuluş Gününün sevincini yaşamış- (13)

Kadıköy'de kurulan işgalci karakollar 6 Ekim 1923'te kalktı mı bilmiyorum, ama ecnebi işgalcilerin kendilerini güvende hissettikleri bu yer, 2007'ye kadar müslümanların kendilerini güvende hissetmeyecekleri kadar çok ve kanlı 'Kara Kol' planıyla meşgul olanların ikamet ettikleri bir yerdi.

Kim bilir belki de hâlen çalışanlar var... Hele dergahlar, tekkeler... Gri İstanbul Gölgelerini besleyenler oralarda yemiş içmişler...

Söğütlüçeşme'de bekleyenlerden birine Moda'ya nasıl gideceğimi sordum. "Şuradan yürüyün, görürsünüz zaten, dolmuşa bineceksiniz!" dedi. İnsanların gittiği yerden gitmeye karar verdim... Soldan yürüdük, karşıya geçtik, ağaçlar, falan derken ne dolmuş var ne de başka bir şey... sora sora gide gide nihayet tramvay durağından binip gidebilirsiniz ya da yürüyebilirsiniz diyenlerle geçen vakte baktığımda  karşımda bir boğa gördüm... Bunun saldırmayacak olan duruşu yok muydu yahu?


Bahariye Caddesi imiş bu cadde... Tramvayı da var... İstiklal'e özendiği açık; ama onun kadar eski olma şansı yok... Yeni zaten; 1992'de son hâlini almış...


Ömer Lekesiz'i aradım. "Boğanın karşısındayım, ona bakıyorum!" dedim. "Dosdoğru gel, bankanın oradan sola gir, seni bekleyeceğim!" dedi Ömer Usta. Boğa Heykeli'nden hiç haberim yoktu.


-BOĞA HEYKELİ (HOUİLLAV DIR ISIDORE BONHEVR- PARİS 1864) Heykelin taban kenarında yazılı olan bu yazı heykelin 1864'te Paris'te yapıldığını gösteriyormuş. Heykeltraş İzidor Bonhevr yapmış.Almanlar, Fransızları yenince heykel Almanya'ya getirilmiş. 1. Dünya Savaşı sonlarında Alman İmparatorı II. Wilhelm tarafından 1917 yılında Enver Paşa'ya güç simgesi olarak armağan edilmiş. Birçok yer değiştirdikten sonra 1969'da Kadıköy'e getirilerek Moda'ya bugünkü yerine dikilmiş.-

Enver Paşa kendi geçmişine ait güç simgelerini yok ederken, bir boğanın temsili gücü ne işe yarayacaktı ki?... II.Wilhelm'in kendisini bir çocuk gibi sevindirmek istediğini anlamamıştı tabi. Gümüşsuyu'ndaki Sefarette dönen dolapların beygirleri, yerlilerden seçiliyordu...

 Yokuş... tırmanmak gerek... zaten her yer yokuş... Adana'ya gelseler, Tepebağ'daki şaka yokuştan ve Yeni Adana'daki iki tepecikten başka yokuşa hasret gidecekler İstanbullular... Sıcak bir de... Adana hey!

 EC- Sahaf Kebikeç'e Giderken/Süreyya Operası/Kaşıklı Müzik:

Bahariye Caddesi'nde gözüme hiç cami ilişmedi... Tramvay yolunun sağında ilerlerken beyaz ya da bej renkli bir bina gördüm. Fotoğrafını çektim. Giriş kısmının üst tarafında 'Süreyya Operası' yazıyordu. Beyazlarımızın çok sevdiği ve ayrıcalıklı olarak sanat dünyasına geçiş yaptığı bu bina Süreyya İlmen Paşa tarafından yaptırılmış...


Yürürken, az ötede bir ses duydum... Hoş bir sesti... tatlı ve dingin, kısa melodilere eşlik eden ince bir ses şarkı söylüyordu. Yaklaştım; saçları örgülü bir genç, iki elinde iki kaşıkla kanuna benzeyen bir müzik enstrümanını çalıyor ve Yunus Emre'den  bestelenmiş bir şarkı dillendiriyordu... Kutusuna bozuk para attım, karşısına geçtim, banka oturdum  ve telefonla videoya kaydetmeye başladım. Şarkı bitmek üzereyken telefon çaldı... Ekran'da Ömer Lekesiz yazıyordu... ve kayıt durdu...

Ömer Usta, geciktiğimi fark edince endişelenmiş ve aramıştı... Canlı müzik kaydettiğimi söyleyince güldü, "Bekliyorum!" dedi... Banktan ayrıldım ve Banka aramaya başladım...

ED- Sahaf Kebikeç'te Ömer Lekesiz'le Çay, Gri İstanbul Gölgeleri'nden İzler, Medeniyet Çıkrığı/ Okunmuş Kitap Kokusu:


Banka'yı geçince hemen sola girdim... giriş bir iş hanına açılıyordu... 'Sahaf Kebikeç' tabelası ararken, arkamdan bir ses "Seçkin!" diye yükseldi... Baktım, Ömer Bey, gülümseyerek bana bakıyor. Nasıl tanıdı, nerden tahmin etti? Herhalde bu da onun hayat tecrübesi... Sahaf'ın kapısını kilitlemiş, dışarı çıkmış ve sokağın başında beni bekliyormuş.. Ben de yolda opera salonuyla, müzikle ilgileniyorum... Benimki de iş değildi hani... Ama bu nazik İstanbul Beyefendisi'nin beni bu şekilde bekleyeceğini nereden bilebilirdim ki?

Güler yüzünü çevrelemiş içtenliği görünce doğal olarak yorgun yüzüm yumuşayıverdi... Sahaf Kebikeç'e geçtik... Sevdiğim ve hep özlediğim kitap kokusunu çektim içime derin derin... Okunmuş kitap kokusu bu... Eski adı 'Hacı Ömer Sabancı Kültür Sitesi' olan şimdilerde 'Hacı Ömer Sabancı Kültür Merkezi'(14) adıyla bilinen, Adana'nın ve aslında Türkiye'nin ilk kültür merkezlerinden biri olan 30 yıllık kütüphane hatıralarımın başladığı yerde almıştım  ilk okunmuş kitap kokusunu...


Sosyal Medya asosyal yapıyor diyenler yanılıyor; sosyalleşmede ön hazırlık sayılabilir biraz... biraz değil epeyce...  zira ilk kez yüz yüze görüştüğünüz kişilerle, hiç ara vermeden sohbete devam etmenizi sağlıyor; ilk intibâ sorunsalıyla meşgul olmuyorsunuz - e tabi bu fotoğraflı sosyal medya iletişimi için geçerli, bende de fotoğraf yok, karşı tarafa ilk intibâ hakkı tanıyor bu:)- doğrudan olgulara ve olaylara ilişkin paylaşımlarınız doğuveriyor sıcak sıcak ikram edilen çaylara eşlik ederek....

İkinci kez  bir kalem ve düşünce ehlinin mekânında ziyaretçiyim. İlki Gürbüz Azak'la Cağaloğlu'ndaki Türkiye Gazetesi merkezindeydi... 1989'da... Onun tombul güler yüzünü hatırlıyorum... 'Sizi Biri Arıyor (1986)' da kaleminin iyimser yüz hatlarında dolaşan adamı merak etmiş ve İstanbul'a ilk gidişimde de ziyaret etmek istemiştim... Çayını içmiştim, biraz sohbet etmiştik ve ayrılmıştım... Tatlı bir hatıra... Allah merhametini esirgemesin Gürbüz Bey'den...

Kebikeç'te Gri İstanbul Gölgeleri'nin izine rastlamadım; bilhassa bu gölgelerin farkında olan bir dost gördüm, diyebilirim... Ömer Bey'in geçmişten bugüne taşıdıkları, farkındalığın yüksek sesi, yüksek seçim gücü ve herhangi bir şeyin tolere edilebilirliğini defalarca test etmiş bakışı görsel objektifimden zihinsel objektifime akan değişkenlerdi... Okunmuş kitapların arasına sinmiş bir tecessüs, bir kitapçı olgunluğu ve sert eleştirilerin kendine yer açmakta zorlanmadığı doğal bir iklim...

Kısa sohbetimizde, uzun mesafeden gelen davete sinmiş içten çay kokusu, tasavvuıf, Câri İstanbul'un yaşadığı Medeniyet Çıkmazı ve daha çok şey akıp geçti... bazen mutezilî görünen tekmil fotoğrafın ardında, merkezinde, gerekçelerinde "Hel ta'kilûn?" sorusuna aranan cevabın  samimiyetine de temas etti sözler. Twitter 'den "Sıcak İstanbul'a Toroslardan gelen bir esinti etkisi" diye nitelenen sözler...

Ayağım bereketli gelmiş; bir kaç kitap da satıldı bu arada... üçüncü çayımızı içtikten sonra, demir almak vakti gelmişti Kebikeç'ten... Ömer Bey, kapıya kadar eşlik etmedi sadece,  sokağın çıkışına kadar uğurladı Anadolu'nun Yozgat kokan bilgeliği, nezaketi ve zerafeti ile... Medeniyet Çıkrığı'nda sağlam bir dişli görmek isteyenler içindi... Sonsuz Ark, merhaba demişti yakından...

EE - Kadıköy Aya Yorgi Rum Ortodoks Kilisesi/ Yiğit Zayıfladığında:

Kebikeç'ten ayrıldığımda geldiğim yola dönmedim... Doğruca devam ettim. Sora sora sahile inecektim... Ki; birdenbire gözüme tuhaf bir kadın ilişti Kadıköy Aya Yorgi Rum Kilisesi'nin tam karşısında, bir binanın girişinde durmuş geleni gideni süzüyordu. Yüksek gövdesi, bütün ihtişamıyla öne çıkmış göbeği ile bir dev anası gibiydi... Ben ona bakınca o da bana baktı. Sonra kiliseye baktım... Yüksek bir binaydı.. . Dışa taşkın apsisi ile dikkat çekiyordu; ben buradayım  diyordu, biraz meydan okur gibi havası vardı ve yapım tarihi  Osmanlı'nın parçalanmaya başladığı tarihlerdi.. 1890'lar... Aynısından İstiklal Caddesi'nde de vardı...Yiğit zayıfladığında köhnerdi; iştahlanırdı kindar...

Sahile doğru indim... başka insanlar, başka sokaklar... Evliya Çelebi iyi saymış mukîm olanları...


EF- Kadıköy III Mustafa İskele Camii, Sultan Abdulmecid'in El Yapımı Tuğra/ Padişah Dediğin Zanaatkâr Olmalı:

İkindi vaktiydi... İstanbul, câmi arayan için her adımda bir tarihî mekân sunuyordu insana, müslümana... aramadığında ise eski bir taş yığını... Kadıköy III Mustafa İskele Camii, kolaydaydı... Çıkış'ta fotoğrafını çektim Sultan Abdulmecid'in kendi eliyle yaptığı ve caminin giriş kapısının üstüne astığı tuğranın... Kafamıza kazınan tipik hanedan çerçevesinden başka biri göründü gözüme... insan, ülkesini seven ve geliştirmeye çalışan bir insan... Osmanlı Hanedanı dinden uzaklaştı da battı diyenleri bir kez daha andım yalancılıklarıyla.. O kadar adam dindar olduğu için mi elbirliği ile fetva yazıp bir siyoniste tebliğ ettirdiler hâl fetvasını II. Abdulhamid'e?


En çok kızdığım da milyonlarca müslümanın ölümüne, İslam topraklarının parçalanmasına vesile olan adamların, tahttan indirdikleri Sultan'ın güya ruhundan özür dilediğini söylemeleriydi... Ağlayıp sızlayan Enver'in  pişmanlık gözyaşları ile adı, sanı İslamcılıkla anılanların, şairlerin, yazarların ve daha nicelerinin basiretsiz hareketlerini... ahlaksızca alaşağı etmişlerdi bir siyaset adamını... sonra oturup vasıfsız kafalarından kurtuluş reçeteleri yazmaya başlamaları ne kadar komikti... Allah iflah etmedi hiçbirini...


EG- Üsküdar/Gülİbrişim Çiçeği:

Dolmuş taksi ile Üsküdar'a döndüm. Gülibrişim Ağacının çiçeklerine bakarken aradım Remzi'yi... buluşacaktık...

Çok uzun bir gün olmuştu yine... dolmuştum...



<<Önceki            Sonraki>>





Seçkin Deniz Twitter Akışı