18 Temmuz 2013 Perşembe

SA293/ME21: “Tanrı Zıddıyla mı Vardır?”/ Son Oyun

Sonsuz Yargı/ Bir Roman Yazarı Yargılanırken-3



Soru romanındaki karmaşayla çatışarak büyüdü düşüncelerinde:


Şeytan’ı kötülüğün Tanrı’yı iyiliğin temsilcisi olarak  konumlarken sıradan bir kolaycılığa başvurduğunu hatırladı. Şeytan olmasaydı Tanrı var olurdu, çünkü şeytanı yaratan Tanrı’ydı. O halde şeytan Tanrı’nın zıddı olamazdı. Kadın-erkek, iyilik-kötülük, siyah-beyaz, gece-gündüz zıtlıkların körelmiş netliğinde, varlıksal olarak sorguya  gerek duyulmayacak kadar zıtlardı. Ama Tanrı, hayır; o zıddıyla var olmak zorunda değildi.

Düşünürken gömüldüğü sessizliği çok uzun sürdü.

“Hangi Tanrı’yı kastediyordun romanında?  Neden karıştırdın Kur’an’ın Tanrısı Allah’ı, köhne yalanların tanrılarına? Neden insanlara Allah’ın  hem iyi hem de kötü olabileceğini düşündürttün? “... Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!”(Araf 54) diyor Allah.  Hint, Mısır, Pers, Yunan, Roma, İskandinav tanrılarını mı kastediyordun, birbirlerinin zıddıyla var kıldığınızı zannettiğiniz yanılgılar dünyasında? Bunu hiç düşünmedin mi?  İyilik ve kötülük yaratılanlara ait değil midir?”

Yazar itiraz etti:

“Tanrı kavramı insanlık mirasında çok karışık. Biz Tanrı’yı görmüyoruz, görmediğimiz için de sandığımız bir tanrı  tanımı yapmak istiyoruz. Bunun sorumlusu da bize kendisini göstermeyen Tanrı değil midir?”

Ses taviz vermeyen bir netlikte bütün vücuduna doldu yine:

“Yalan söylüyorsun;  yalan söylediğinin de farkındasın. Tanrı’yı görebilir olsaydınız, tanrı tanrı mı olurdu? Zamana ve mekâna mahkum olan bir tanrıyı düşünebiliyor olmanız, kendinizle ve tüm tanımlarınızla  çelişiyor olmanız demek, bunu çok iyi biliyorsun. Yazdığın romanın birden fazla yazarı olamayacağını çok iyi bildiğin halde, birden fazla tanrı olabileceğini nasıl düşünüyorsun?  Tasarımlarınız çatışmayacak mıydı, başka bir yazar olsaydı seninle birlikte? Okuyucularının senin varlığını görmemiş olmaları mümkün, bu senin olmadığını ya da birden fazla sen olduğunu iddia etmelerini gerektirir mi? Elinizde yazarını görmediğiniz yüzlerce kitap var; ancak eserini gördüğünüzde yazarın da var olduğunu biliyorsunuz.  Evren ve içindekiler senin için eser olma özelliğine sahip değil midir? Tanrı’yı görmen gerekir mi? Bir romanın birbirinin zıddı iki yazar tarafından yazılmayacağını bildiğin halde, sen basit bir yaratılmış olmana rağmen, romanında iyiliği ve kötülüğü  tasarlayarak kahramanlarının iradelerini de sınırladığın halde kendinin zıddını düşünmüyorsun. Ancak romanında iyi Tanrı-kötü Tanrı ikiliği ile insanları kışkırtıyorsun. Neden?”

Yazar cevap vermek istemedi: “Tanrı Yanılgısı,  yalnızca benim ürettiğim bir şey değil” dedi fısıldar gibi.

Karanlığın tanımlanamaz belirsizliği yeniden esnedi:

Tanrı’yı yargılıyorsun, kendinle benzeştiriyorsun. Kendinle ilgili her türlü kötülüğü ona yüklüyorsun, bunu yapabildiğine göre nasıl onu suçlayabiliyorsun? İyilik ve kötülük yapmak senin elinde iken, iyiler ve kötülerle birlikte yaşıyorken nasıl bir tanrısal roman kurgusundan bahsedebiliyorsun? Tanrı’yı nasıl kendi zavallı seviyene indirgeyebiliyorsun? İndirgeyebildiğine göre, özgür değil misin? Tanrı sana bunu yapabilmen için izin verir mi? Romanlarında oluşturduğun karakterler, bunu sana yapabilirler mi? İzin verir misin? Senin seçimlerinle, romanındaki kahramanlarının seçimi benzer mi? "Acaba onlar herhangi bir yaratıcı olmadan mı yaratıldılar? Yoksa kendileri mi yaratıcıdırlar?"(Tûr 35) ayetini okumadın mı?” Kendi incelikten yoksun dilini Tanrısal dille nasıl karşılaştırabiliyorsun?  Kendini Tanrı’yla denk mi tutuyorsun, başlattığın ve bitirdiğin sayfaların içine tıkalı bir hikâyeyle? Kahramanların, sen sonsuzdan etkilenip sonsuzu etkileyebildiğin için sonsuzu etkileyecekler; sen de bundan sorumlu olacaksın!”

Yazarın bütün direnç noktaları tek tek çürüyordu, ama ses durmuyordu:

“Romanının kahramanlarının senin bilmediğin bir geçmişi ve roman bittikten sonra yaşayacakları bir geleceği var mı? Kahramanların, onların düşünceleri, davranışları romanını okuyan insanları ve onların etkileşim içinde oldukları, olacakları diğer insanları sonsuza kadar etkileyecek, bunun farkında mısın?  Senin düşüncelerin sayısını asla bilemeyeceğin insanı etkileyecek ve sen bu etkiden dolayı sorumlu olacaksın… Seninle beraber Tanrı’yı yargılamak ve insana indirgemek gibi büyük bir küstahlıkla yaşayacaklar. Bunun bedelini ödemeye hazır mısın?

Romanın en tehlikeli kışkırtısına ve değersizleştirme girişimlerinden birine temas etti ses… Cami’de kıyılan nikahın  ve ahlakın algılatılma biçimini sert bir şekilde sorguluyordu:

“İmam nikahıyla alay ediyorsun? İmam nikahı diye bir nikah yok. Ancak sen var sanrısıyla nikahın meşruiyetine saldırıda bulunarak, insanların masumiyet alanını yok etmeye niyet ediyorsun? İnsanların evlilikle buldukları saflığı, arınmışlığı kirletiyorsun. Kötülüğü yayarak, iyiliğe, sevgiye, merhamete düşmanlık ediyorsun..  Kötülüğü yüceltiyorsun; bedenini para karşılığı kullandıran bir kadını aklıyor, ona karşılıksız para vererek, iyilik yaparak kendini tatmin ediyorsun.”

Sonrası arkası kesilmez gibi görünen tesbitler sağanağıydı. Kaçamıyordu, ses  kıskıvrak yakalamıştı içindeki kötü niyeti:

“Ahlaksızlığı yaymak, ahlakı Tanrı’nın yasakladığı sınıra doğru sürüklemek için kahramanlarına her türlü cinsel seviyesizliği aşılıyorsun. Teyze- yeğen arasındaki saygın merhameti bozuyor, insanların zihinlerini sefil duygularla meşgul ediyorsun. İnsanların dünyalarına giriyor, hırsızlık yapıyorsun ve bunu teşvik ediyorsun. Tecessüsü normalleştiriyorsun.”

Ses uzun bir süre kesildi. Zaman ve mekândan uzak bir boşlukta sallanıyordu yazar… Buradan çıkmak gitmek istiyordu, bu anı, romanını unutmak ya da doğmamış olmak.

“Tanrı her şeyi bilir. Sen Tanrı’nın nasıl bildiğini kavrayamazsın. Senin düne, bugüne ve yarına bağlı cehalet-bilgi mücadelen, Tanrı için geçerli değildir.  Romanının ne kadar basit, ilkel bir zaman döngüsü olduğunu bile anlayamadığın halde evrene dokunan bir saygısızlık yapabiliyorsun. Tanrı’nın her şeyi bilmesi insanın özgür tercihlerini sınırlamaz. Tanrı bildiği şeyleri, yarattığı varlıklara anlatmaz. Anlatmadığı için, yarattığı varlıklar bildikleriyle seçerek yaşarlar.”

Romanında saptırdığı gerçeği,  Kur’an’dan önce gönderilen kitapların tahrif edildiğini saklamıştı okurundan. Her bozulmuş kitabın sonrasında onun aslını doğrulayıcı yeni kitapları, ek bildirgeler olarak tanımlaması, sürekli fikir değiştiren ve bunu kullarına gönderen  bir Tanrı ile alay etmesi dâhil her şey kurutuyordu umutlarını… Kendisi yapmıştı her şeyi.

“Tanrı, ek bildirgeler göndermez. Gönderdiği hep aynıdır; bilmediğin halde çok küstahsın. Tanrı’nın gönderdiği her peygamber insanlara aynı ölçüleri iletmiştir. Sizler onları kendi özgür seçimlerinizle tahrif ettiğiniz için tahrif olanı dokunulmamış olarak kabul ediyor ve cehaletinizle akıl yürüterek aczinizi ifade ediyorsunuz.”

Sesin sahibinin aklından geçenleri romana başarıyla aktardığını fark ettiğini düşünerek sanat güdüsüyle bir an kibirlenir gibi oldu, ancak zihni birdenbire durdu:

“Güce karşı zaafın var;  kadınlara karşı olduğu gibi. Romanında zengin, varlıklı ve güçlü olanlarla kurduğun ilişki aşağıdan yukarıya bakıyor. Yoksullarla ve sıradanlarla kurduğun ilişki ise yukarıdan aşağıya. İnsanları ayırıyorsun ve okuyucularına insanları senin gibi ayırmalarını öneriyorsun. Katilleri, katil olacak kadar aşağılık yaparken, kendin aşağılık eylemi daha kutsal bir eyleme, iyiliğe iliştirerek kahramanlık yapıyorsun.”

Yazar yargılamanın bitmek üzere olduğunu hissetti, haklıydı; ses son cümlelerini savurup savurup geçiyordu:

“Sen bir yalancısın. Şeytan’ın kullandığı insanlardan bir şeytansın. Bunun bedelini sonsuza dek ödeyeceksin. Çünkü senin romanın sonsuza kadar sürecek olan kötülükler zincirini bir tek insana bile bulaştırsa, o insandan yayılacak olan her türlü kötülük sonsuza dek var olacak ve sen de bundan sorumlu olacaksın. Bu yüzden sonsuz, sonsuza denk. Günahların yazdığın romanla, onu okuyanlara sirayet edecek ve onların çocuklarına, torunlarına sürecek olan tüm soy zincirine kötülüğü yükleyeceksin. Okuduğun bütün kitapların doğurduğu kötülük nasıl senin zihnini inşâ etti  ise, sen de öyle inşâ edeceksin.”

‘İnşâ’ sözcüğü dalgalanıyordu karanlıkta ve gittikçe irileşen bir balyoz gibi bütün bedenine iniyordu:

“Hayat bir oyun değildir, unutma! Oyun olmadığı için de sana bir umut bırakıyor yine de Allah. Bakara  Suresi 186. Ayette, “Kullarım, beni senden sorarlarsa, gerçekten ben  yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar, bana iman etsinler.”

Son hece uçuk bir beyaz gibi  uçuştu karanlıkta. Yazar sesin gittiği yeri görmek istercesine zorladı kendini, bedenini sürüklemek istedi. Birdenbire canının yandığını hissetti. Anlayamadığı bir şeyler oldu ve birdenbire kendisini yatağında iki kolunu ileriye, duvara uzanır vaziyette  buldu. Parmakları duvara  savrulduğunda canı yanmıştı.

Bir süre öylece kaldı. Kaçırılmamıştı. Gördüğü bir rüyâydı. Gerçekliğinden asla kuşkulanamayacağı bir rüyâ… Rahatladı, ancak zihnini toparladıkça bunun sıradan bir rüya olmadığını, bilinçaltının ona oyun oynamadığını fark etti. Karanlık dağılmış, ağrıyan başından içeri ışıklar doluşmaya başlamıştı.

Ne yaptığının farkında değildi. “İyi, kötü.” diye mırıldandı.” İyi-kötü, iyi, kötü hepsi bizim eserimiz, bizim seçimimiz. Bu kâbus da benim romanımın sonucu!"”

Hiç kuşkusu kalmamıştı. Artık iyi biliyordu. Bu 'Son Oyun' değildi.








Seçkin Deniz Twitter Akışı